Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Mayıs 2015 Salı

"Çakır gibi delikanlı"

Farkettim ki uzun zamandır yazmıyorum. Belki bir isyan, belki bir serzeniş, belki bıkkınlıktır bunun sebebi. Nedeni her neyse bugün özellikle bir dostumla dertleştikten sonra farkettim ki ne kayıplarımız, ne yaşımız, ne nelerle beslendiğimiz, ne yaptığımız, işimiz gücümüz ne de zevklerimiz bizi tanımlar. Bir kısmımızı belki, evet. Peki benliğimizin geri kalanı? Bunu belirleyen şey nedir?

Aslında çok basit bunun cevabı. Tabi ki "Bizi dengede tutan şey nedir? -İki ayağımız" gibi saçma sapan bir noktaya işaret etmeyeceğim. Kısa bir hikayeyle durumu izah edeyim. Bir bebek düşünün ki, yeni dünyaya gelmiş. Bebek dünyaya geldiğinde büyükleri tarafından kulağına isim fısıldandığında, anne-babasının güçlü yanlarına, eksikliklerine, gerçekleştiremediği hayallerine, ailelerinin gücünü arttırma potansiyellerine, akrabaları arasındaki statülerine ve bu statülerin gelişimine bağlı olarak bir meslek çoktan atanmıştır. Aynı ismi, sınıfı, zevkleri veyahut davranışlarında olacağı gibi. Neden çocukların davranış ve tavırları 0-6 yaş arasında aileleriyle şekillenir sanıyorsunuz, tam da bu sebepten ötürü. 

Bu bebek şanssızsa 6 yaşından itibaren, biraz da şanslıysa 14 yaşlarına geldiğinde "çocukluğunun bittiği ve artık bir meslek için yönlendirilmeye" başlanacağı kıvamda olur artık. Sanayideki bir motorcu, evlere tamirata, hat döşenmesine giden bir elektrikçi, gen deneyleri yapacak bir genetikçi ya da ülkenin en güzide insanlarını savunacak bir avukat... Bu şekle sokulması için geldiği bu kıvamda ona seçenek sunulur (!) Ya sanayiye gidip araba tamir edeceksin, ya da okuyup adam olacaksın. "Adam" olmak istediğiniz mesleği yapması mıdır sizce sayın ebeveynler? Veya hayalleriniz, zayıf yönleriniz ya da kısaca gerçekleştiremediğiniz her şeyi yapan bir "karabahtlı, mağrur ve acınası" bir veliaht mıdır kendisi? 18-20 yaşına gelip, çakır gibi bir delikanlı olduğunda, özgüven eksikliğiyle boğuşacak, "Ben ne istiyorum gerçekten?" yerine, "Hangi işte daha fazla para varsa o kadar çabuk ailemden uzaklaşır rahat rahat yaşarım" kafasında bir insan yeiştirmek midir amacınız?

Sahi, siz neden dünyaya gelmiştiniz ki? Dur hatırlatayım, 13 yaşındayken "Türkiye'nin en iyi futbolcusu olacağım!", "Gitar çalmayı öğrenip turnelere çıkacağım!" , "Makineleri parçala-topla yaparak kendimi geliştirip hayalimin makinasını yapacağım!" "Dünyanın en ücra köşesine gidip, dünyanın en güzel manzarasının resmini yapacağım!" "Bir kitap yazacağım!" Sahi neydi hayaliniz? Çakır gibi bir delikanlı kıvamına geldiğinizde, en fazla 40 sene daha olacak hayatınızın her sabahında eşinize, oğullarınıza ve torunlarınıza hayatı zindan etmek miydi? " Gerçekten öyle değil! " diyorsun ve diyeceksin de. 

Gerçekten bunu istememiştiniz, şartlar sizi sürükledi değil mi? Siz 7/24 çalıştınız, uyumadınız, hayalinizi denediniz ama olmadı. Bazılarınız (çok çok azınız tabi ki canım..) hiç denemedi bile. Çünkü sistem "güvenliydi", "rahattı" çabuk dahil olmak, koltuk kapıp, filmi en rahat açıdan izlemek gerekiyordu. Çünkü, bir ebeveyn olduğunuz vakit büyüteceğiniz ve hayatından hiçbir şeyini esirgemeyeceğiniz ve size "bu şartlılıkla" bağlanmış, sevginizle ya da hayallerine ve tutkularına saygı duyduğunuz için değil, özellikle sizin verdiğiniz "karşılıksız" suçluluk ve daima en iyi olma hırsıyla büyümüş "Çakır" gibi delikanlının geleceği için hayallerinizi terketmeniz gerekiyordu değil mi?

Geçmişiniz ne olursa olsun, her durum terketebileceğiniz bir durumdur. (Eşi, çoluğu çocuğu olanlar bu durumu dikkate almasın da, bir aile krizinize de ben sebep olmayayım :) ) Şöyle ki, sizin durumunuzun "terkedilebilir" olduğunu bilmek, ama hayaliniz ve tutkularınız, ama sırf yeni bir hayat düşüncesinden dolayı, sizi güçsüz hissettirir. Düşünsenize, 12 yıl üniversiteye kadar zaten standart eğitim. 4 sene de üniversite okursunuz ve bir de ne görelim 16 yıllık eğitim boşa gitti, değil mi? Ülkemizin %60'ı okuduğu bölümden farklı bir iş yapmaktadır. Ahmet Şerif İzgören en sık gösterilen örnektir bu konuda. Her neyse, bu gerçekle yüzleştiğinizde "zaten kendiniz için en iyisini seçtiğinizi" ve bu tercihten hiç pişman olmadığınızı söyler, bir noktada kendinizi avutursunuz. Çünkü artık o noktadasınızdır ve bir "4 sene" daha kaybetmek, ah çok pardon geçmesi gibi bir lüksunuz yoktur. (Di mi?)

Tabi ki de var. Bir arkadaşım Amerika'ya bu sebeple gitti ve orada 2 sene garson olarak çalışıp, para biriktirip (ne yemiş ne içmiş, aç kalmayalım!) şu an da yönetmenlik (aa istediğim bölüm değilmiş tamam yiaa) üzerine bir okulda (tüh yine mi üniversite!) burslu (ah ben burs alamam abi uğraştırma beni) olarak okuyor. Daha bugün fakültede  hurra horray tartıştık bu konuyu anlattığım bir arkadaşımla.

Bana dedi ki;
S:  "Ya aga değer mi 2 seneyi kaybetmeye, bence salaklık yapmış." 
Ben: (Boşluk, mantıksızlık sezmekten ötürü boş boş bakmalar)
S: "Ne var aga yani 2 sene hayatından kaybetmiş istemediği işte çalışarak."
Ben: "Peki ya sonra, S?
S: "Orası ayrı aga."


Bir düşünsenize "orası ayrı" diyecek kaç hayat var sizce? Çakır gibi delikanlıyken, süzme salak olmayalım diye bu bilgi ağıyla donatıldık. Yoksa üstün zekalı ve akıl geriliği olmayan %80'lik kısım olarak, hepimiz aynı zevkte ve kazançta hayatları sürdürürdük, değil mi?

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Nikolas ve Nadia


           Nadia, yüreğini umarsızca paramparça eden Nikolas'a dönüp dedi ki; "Umrundaymış gibi davrandığın için teşekkürler, seni pislik." Bunu söylerken rahatladığından istemsizce gülümsedi. İşte tam bu anda bir şeyi farketti Nadia; Gülümsemek bir kadının en iyi makyajıdır. 
           Ancak Nikolas israrcıydı, her zamanki gibi.. "O benim de bir arkadaşım ve bir arkadaşımın sorunu, benim sorunumdur. Anlamıyorsun, buna ihtiyacı vardı!' diyerek açtığı yarayı deşiyordu.         
           Nadia, biraz önce sahip olduğu o gülümsemeyi de kaybettiğini, yüreğine ve iliklerine kadar tekrar titreyince hissetti ve sinirden viski bardağını duvara fırlattı. Bu hareketinden sonra şimdi de hissettiklerini sözlerle anlatmaya çalışıyordu; "Bana bir kere yalan söylersen, her söylediğini sorgularım ve sen bana yalan söyledin pislik herif. O saatte maçta olduğunu söylemiştin!"          
          Nikolas içinden; 'Evet maçtaydım, ama vip odasında, Addison ile' dedi.                   
          "Addisonlaydın gece boyunca! O benim..tek.." Hıçkırıklara boğulmuştu Nadia. Ayakta zor duruyordu. 
         Nikolas'ın aklından o sırada geçen tek bir cümle tüm derdini anlatabilirdi aslında: 'Nadia! Ben tek eşliliğe inanmıyorum!' Ancak, diyemedi...        
         Onun yerine; "Ben olsam kıskanmazdım Addison'ı. İhtiyacı vardı diyorum! Hem sen hiç benim olmadın ki!" dedi ve bu lafının hemen ardından Nikolas terasa bir şok dalgası yayıldığını hissetti. 'Sakin ol aslanım, bunu da atlacaksın!'         
         Nutku tutulan Nadia ise, yarıda bıraktığı cümlesini tamamlamaya çalıştı; "O benim 24 yıllık arkadaşımdı, pislik herif, 24!" Titriyordu...'Sen hiç benim olmadın ki!' mi dedi O demin? Şu an, Sil baştan filmindeki Clementine olmayı o kadar çok isterdi ki... Addison ve Nikolas...İnanılmaz! Bu durumu, Addison'un geçenlerde gittikleri bir mağazadan aldığı Bvlgari Jasmin Noir'ın hoş ve yumuşak kokusunu Nikolas'ın üzerinde koklayınca ifşa edebilmişti. Öyle ki, kendisi Burberry Classic Woman kullanıcısıydı. Tamamıyla zıt iki zevk... Bu kadar aşikâr olmalı mıydı yaptıkları bu aşağılık şey? 
        Nikolas ise kendine, bu durumda suçlu olmadığını söylüyordu. 'Ben tek bir insana bağlanamıyorum Nadia!" diye içinden sitem etti. Terasta hava serindi.
         Her ne kadar Niko'yla sevgili olmadan evvel de O'nun çayır-keyf ve çapkın bir hayat sürdüğünü bilse de, Nadia öfkeli bakışlarını Nikolas'a çevirip, sert bir şekilde kelimeleri bir bir yineleyerek sordu; "Sen hiç benim olmadın ki mi dedin sen?" 
        "Evet, Nadia.Evet! Baştan beri hep daha iyi bir hayat, daha iyi bir ev, daha iyi hediyeler, daha iyi 'Nikolas' istediğini söylüyordun! Ben miyim vefasız!" 
        "Ama gidip en iyi arkadaşınla yatmadım, seni pislik herif!" Öfkesi, ruhunu ele geçiriyordu. Gazetedeki bir haberi anımsadı bu anda... Haberde şu yazıyordu; "California eyaletinin Los Angeles şehrinde Cinnet geçiren adam, önce karısını bıçakladı; ardından bir yaşındakini bebeğini kucağına alıp 7.kattan atladı." Durum hiç de iyiye gitmiyordu.                  'Addison...O taş gibi bacakları, insana ilham veren yeşil gözlerinin delici bakışları... Tanrım, her dakikasına değdi." düşünceleriyle kendi moodunu yükseltmeye çalışırken Nadia'nın duymak istediği şey bu düşünceleri değildi. Annesi tarafından ona dayatılmış toplumsal ahlaki kurallar açısından haklıydı ve bir açıklama, belki de basit bir özür bekliyordu. Nadia'nın Nikosu'nun ise aklında tek bir cümle vardı... Latince; Carpe Diem. Kolunun iç tarafında dövme de yaptırmıştı üstelik. O anına bakan bir insandı sürekli. 'Ben böyle yetiştirildim!'
        Üstelik iki sene olmuştu neredeyse Nadia'yla olalı! Bu süre ona yeterdi bile. Hamurunda yoktu bu kadar uzun süreli bir ilişki. Ki olmadı da zaten. Nikolas, Chloe ve Addison'dan başkasını düşünmüyordu. Bir katalog yapmıştı sanki; mavi ve yeşil gözlüler. Özellikle ah o yeşil gözlüler...
        Hava biraz daha serinlemiş gibi geldi. Hırkasını almadığı için pişman oldu. Öyle ki Mississippi eyaletinin bu güzide Greenville şehrinde yazın ortasında da olsa, akşamları sert ve kuru bir soğuk çıkagelebilirdi. Tıpkı bu gece gibi. Hatta geçen yaz tatilinde gittikleri Türkiye'nin İzmir'i veya 3 yıl önce henüz arkadaşken gittikleri Romanya'nın Bükreş'i...
 Nadia, isminin hikayesini hep anımsardı. 29 yaşına gelmiş olmasına rağmen, henüz 14 yaşında öğrendiği ispanyolca seçmeli derste, daha ilk derste özellikle, nadia'nın hiç kimse demek olduğunu öğrenmişti. Tekrar haberi anımsadı. Hayır yapamazdı. O kahpe Addison yüzünden ne Nikolas'a zarar verecek, ne de kendi hayatını, geleceğini veya hayallerini mahvedecekti. Düşüncesi bile korkunçtu. Ama içindeki dürtü... Çok güçlüydü. Haberin yayınlandığı günü hayal meyal hatırlıyordu. Haber, New York Times'ta iki gün boyunca en üstte kalmıştı. 
        Aslında bulundukları durumda 'cinnet' geçirmekten de öte Nikolas'ın ona boş boş bakması ve açıklama yapmaması onu deli ediyordu. 'Olanları kabul etmemi mi bekliyorsun, yedi kocalı hürmüz?'
        "Neden pislik herif, neden?!" 
        "Şey.. Bunaldım, Nadia. Gerçekten bunaldım artık! Hayatımda bir değişikliğe ihtiyacım vardı ve sıkılıyordum. Burada her şey o kadar sığ ki! O kadar boğucusun ki!"
"Boğucu muydum?! Aşağılık..." Sustu. Sadece sustu ve derin derin nefesler alıp verdi. Kendisine gelmeliydi. Beynine kan gitmeliydi. Çünkü bu dakikalar onun 29 yıldır yaşayarak öğrendiği tüm tabuları, tüm inançlar yıkıp geçiyordu. 'Bu kadarı da ağır geliyor!'
        Ruhunun derinliklerindeki bu öfkesi, mayıs ayında Oklahamayı kasıp kavuran hortum gibi yıkıcı olmaya başlamıştı. Üstelik aşkları -Niko'nun sözde yaşattığı hisler- ona sonsuzluğu, yenilmezliği, merakındaki doyumsuzluğu, yapılacak keşifleri o kadar tattırıyordu ki hayatının zirvesinde olan bu genç kız, hiç bu kadar mutlu olmamıştı. Şu an ise durumuna baktığında ağlamaması mümkün değildi. Nasıl bu kadar zayıf olabiliyordu? Nadia, bir kadın dergisinde "Babasıyla annesi erken yaşlarda boşanmış kızların daima babalarının 'kopyası' tarzında bir koca aradıkları" konusunda bir yazı okumuştu. 'Ne kadar da haklılarmış. Sadece kendimi mahfetmişim!
          "Bak gel, otur sakin sakin konuşalım. Biliyorsun, bende panik atak var. Kilitleniyorum, gidiyorum. O yüzden yalvarırım, dinlemesen de otur..." derken Nadia'nın kollarından tutmaya çalıştı.
         'Şerefsiz herif kollarımdan tutuyor, olamaz!'
           Nadia anlık bir irkilmeyle "Bırak beni!" diye çığlık attı bu sanki o anda kıyamet koptu, geceler gündüz oldu, güneş doğudan battı...Gecenin yıkıcı kasvetine, ilikleri dondurucu kuru soğuğuna, köpeklerin koro halinde havlamasına, kapıların-pencerelerin gıcırdamasına, bebek ağlamasına, araba seslerine, Nadia'nın tiz çığlığı da eklendi... Sonrası hayal meyaldi... O an, ne Addison, ne Chloe ne de bir başkasının bir önemi vardı. Artık önemi olan tek şey; varlığının boyunca acılarla yüzleşmiş Nadia'nın yatağında kan ter içinde uyanması ve tüm bu olanların sadece birer hayal olduğunu görmesiydi.
         Uyandıktan sonra tuzlu terlerinin kapattığı ve yaktığı gözlerini uzunca bir süre açamadı. 'Of, çok kötüydü!
        Ellerini kullanmak istedi, ancak kullanamadı.'Neler oluyor?!'
        Kullanamadı... Çünkü elleri, Mississippi Devlet Hastanesindeki sert yatağın iki tarafındaki soğuk demirlere kelepçelenmişti. Ne California, ne de 7.kattaki adam vardı. Haber, 2 yıllık kocasının, kendisini önce spor salonundaki müşterisiyle, ardından 24 yıldır tanıdığı, 7 ay önce boşanmış ve yalnızlıkla kavrulan arkadaşı Addisonla ilişkisi olduğunu öğrenip, yıkıcı bir travma yaşayan ve artık bir "hiç" olan Nadia'nın kurguladığı bir masaldan başka bir şey değildi. Ve evet ne yazık ki, cinnet geçiren kişi de "koca" değildi...