9 Ocak 2012 Pazartesi

ADALET ( BÖLÜM 1: Yeni bir çocukla tanıştım... )

 Ocak 2011,İstanbul

Çocuk mu desem, arkadaş mı desem artık seçemiyorum ama doğrusu "yeni bir çocukla tanıştım.." diyeyim. Aslında tanıştım da denemez hani ilk önce yan yana yürüyorduk bu çocukla... İçten savaşını sesli sesli bir şekilde bilmeden etrafına da söyleyen -ne tesadüf ki etrafında nerdeyse tek ben vardım o sıralarda!- bir çocuk bu... "Bugün na'psam,bugün na'psam" sesleri çoğalıyordu en başlarda... Elindeki mavi  beyaz renkli, dalgalı şekillerdeki 'Akışkanlar Mekaniği-II' -yazarını okuyamadım H ile başlıyordu adı- kitabını görebiliyordum elinde. Yanımızdan  geçip giden 12 yaşlarındaki uzun saçlı çocuk tuhaf tuhaf bakmıştı bize..




Takvimime baktım, ocağın 15'ini gösteriyordu ki; bu üniversitelerde finallerin başladığı anlamına geliyordu. Çocuğa bir daha baktım; omzu düşmüş, sanki yerdeki altınları sayarmışçasına başını eğmiş, yere bakıyordu. Sınavlar yüzünden midir, yoksa kişisel sıkıntılardan mıdır bilemem ama o kadar dağılmış olmalıydı ki "iç sesi"nin  bana kadar geldiğini farketmiyordu. Nedense bu çocuğa karşı birden bir sorumluluk hissi doldu içimde.

Ben,henüz onun hakkında yargılara varırken birkaç kelime daha geldi ağzından "Bu kesinlikle böyle gitmez...hayır..." Sıkıntısı gerçekten büyüktü, yani galiba büyüktü.. Klasik üniversite öğrencisi sorunları mı yoksa ne denli sorunları vardı bu çocuğun. Durağa kadar aramızda -fazla da değildi- biraz mesafeyle yürümüştük ağır adımlarla farkında olmadan.. Sanki tek taraflı bir muhabbet vardı aramızda. Durakta tam otobüs gelmeden, otobüse boş gözlerle, bir o kadar da derin bakarak şu  cümle çıktı ağzından "Şu otobüsün (mavi-yeşil renkteki halk otobüsü) önüne atlasam kime ne..." İşte burada ben devreye giriyordum, ne kadar doğrudur bilmem ancak bir müdahale hissi duydum içimde...

"Selam" dedim,ancak 'gerçekliğe' dönmesi için bir daha,bu sefer daha yüksek sesle demek durumunda kaldım...
"Selam"
"Bugün biraz sıkıntılı galiba ha?" 
'Ha' nerden çıktı ya, adam bezmiş, atlamayı düşünüyor kullandığın kelimeye bak...
"Kesinlikle öyle" diyip otobüsün önüne atlama düşüncesinin unutturup otobüse girmesini sağlamıştım.Otobüsün arkalarındaki,önünde 50'li yaşlarda iki teyze, arkasında ise liseli gençler olan koltuklara -o cam köşesine oturdu- oturduk...

Bu çocuk bende sanki 'kurtarılması gereken' bir insanmış izlenimi veriyor, sorumluluğum katbekat artıyor hissediyordum. Son 3 haftadır nerdeyse hergün bu çocuğu görüyordum. Önceki günler çocuğu sadece basit bir iki cümle söyleniyor buluyordum. Bugün geldiği nokta neydi, bu noktaya nasıl geldi merak ediyordum. Bir şekilde konuşmaya başlamalıydım...
"Görüyorum ki mühendislik öğrencisin" diyerek attım taşı, karanlık ve dibi görünmeyen kuyuya.. Bindik bi' alamete gidiyoruz hayırlısı.
"Evet,mühendislik..." 
Biraz sessizliğin ardından devam etti "...mühendislik okuyorum" dedi... İyi ki açmışım muhabbeti yoksa sadece kapıdan fırlayıp otobüsten atlayacağı fikri beni dehşete düşürmeye yetiyordu...

Yarım saat filan süren yolculuğumuz boyunca, bu beyaz tenli, esmer saçlı, ela gözlü, Türk insanlarımıza göre normal boyda ve zarif olan genç arkadaşımızı bu kadar içten tanıyamayacaktım... Tabi ki bu muhabbet soru-cevap şeklinde olmadı. Muhabbet gerçekten çok verimli geçmiş düşük omzu  biraz  da olsa kalkmış, sıkıntısı az da olsa giderilmiş hissediyordum...

Muhabbetin ortalarına doğru içimden 'sonunda başlıyoruz' dediğim, şu meşhur sorunlarından birini anlattı; basit bir şeymiş yahu. Bundan tam bir sene önce; memleketi Bayburt'ta, babasının,annesini (iki farklı kadınla, sonuncusuyla evlenmek için kaçacaktı) aldattığını açıklamasından sonra, evde annesi cinnet geçirmiş, ardından derler ya sen gülersen etrafındaki güler diye aynen böyle olmuş ve etki-tepki derken babası da, cinnet geçiren annesini gördüğünde, yıllarca karısının ezici sözlerinin, komşulara dedikodu yapmasının da etkisiyle -kendisine göre haklı- öfke patlaması yaşamış ve büyük kahverengi gardroblarındaki 38 kalibre colt tabancasını çıkarıp önce karısını hemen boynuna yakın yerden -kafasına nişan almasına rağmen- vurmuş, ardından 8 yaşındaki oğlu  da "anneee!" diye bağırarak tabancaya atlayıp almak istemesiyle tabanca tekrar ateş almış ve onu da hemen kalbinin altından vurmuş... Küçük oğlu her ne kadar o anda ölmese de ambulans gelene kadar kan kaybından ölmüştü.. Tabii, tüm bunları bizzat görmemiş, dolapta saklanan, o an ki şokun etkisiyle kardeşinin de yere kapaklanmasını gördüğünde bayılan diğer kardeşinin ve komşuların ifadeleriyle toplanan deliller hikayeyi bu şekilde oluşturuyordu.

Anlatırken tam buraya geldiğinde ince, uzun gözlerinden düşen gözyaşları, hatta her bir damla kalbime adeta bıçak gibi saplanıyor ve sırf ağlamamak ve anlatmasına olanak sağlamak için  yumruğumu daha sert sıkıyordum.

Bir tarafında yerde bilinçsizce yatan (nabzını kontrol etme gereği bile duymamış! ) 24 yıllık karısı, diğer tarafında ise; 8 yaşındaki aslanlar gibi, henüz hayatını yaşayamadan kendi elindeki bir tabancadan çıkan kurşunla hayata gözlerini yumacak olan çocuğunu gördüğünde; yani olayın farkına vardığı an,son çare olarak (!) ambulansı arayacak ve ardından kapıdaki, içerdeki silah sesleriyle dehşete kapılmış,kendisine göre 17 yaş daha genç olan, sarışın ve zayıf olan yeni metresi Ezgi ile yurtdışına kaçacaktı..

Tüm bunlar yaşanırken, kendisi daha üniversitede,makine mühendisliğinde okurken bir taraftan part-time işte çalışırken, memlekette (çocuk Bayburtluydu) babasının böyle birşeyi (tabiki de cinayeti değil, kaçıp evlenme planı) planladıktan sonra kaçmadan da bir gün önce karısının haberi olmadan (ne de olsa tapular kendi üzerine!) evlerini, arsalarını satacağını bilmesine imkan yoktu... Bunları anlatırken etraftaki insanlar tamamını anlamasalar da tuhaf tuhaf bakıyorlardı anlamadığım bir şekilde..

Her neyse annesi ise omuriliğe aldığı kurşun yüzünden, geri kalan hayatı boyunca sakat kalıp, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde yatağa bağlı yaşayacak, konuşabiliyor durumda olsa da hiç konuşmayacak (tüm yaşanmışlıkların üstüne ne söylenirdi ki ?!) ve yaşadıklarının acısını asla unutamayacaktı...

Dedim  ya basit şeyler işte... Siz ne diyorsunuz ya?! Adeta yıkılmıştım. Kurduğumuz samimi muhabbetin buraya kadar gelmiş olması, beni artık üzüyordu açıkcası... Koltuğa resmen çakılmış, bir elimle yumruğumu artık çatlayacak şekilde sıkıyor diğer elimle de öndeki demirden sıkıca tutuyordum... İstemsizce gözyaşlarım düşmeye başlamış ardından özür dileyerek devam etmesini sağlamıştım. Ben bile sadece anlatılışını duyarken o  tüm bunların yaşandığı ailenin bir ferdiydi... Babasını (sırf bu yüzden geri kalan hayatı boyunca bir aile kurmamaya  karar vermişti) ve kardeşini sonsuza dek kaybetmiş, annesi de yaşıyor olmasına rağmen hayati hiç bir fonksiyon göstermeyecekti... Bir de sarı saçlı, sorumluluğu tamamıyla kendisine kalan 17 yaşındaki kız kardeşi vardı değil mi... Ne hayat ama.. Derken önümüzdeki teyze arkasına tuhaf tuhaf bakış atıyordu diğer yolcular gibi.. Sorunu neydi ki bunların bu çocuğunkilere göre?

Anlattıkları bittikten sonra -en azından benim dayanamadığımı anladıktan sonra- durağımıza gelmiştik... Anlattığına göre evi 4-5 blok ötedeydi. Gitmeden, zamanı  olup olmadığını sorup, birer latte için "Evet" cevabını almıştım. İndiğimiz duraktan yürüyerek  3-4 dakika uzaklıktaki duvarları dev aynalarla kaplı, ingiliz temasıyla süslenmiş, zemini parke olan "Cafe de Latte" ye yürümeye başladık. Otobüsteki o "dehşet" dolu hikayenin aksine espri ve şaka dolu muhabbetlerin ardından cafeye gelmiştik, önce onun girmesi için camdan kapıyı açtım ve ardından ben girdim. İçeri  girer girmez gözlerim, direk boş olan masaya döndü ve oraya doğru yöneldik. Masaya doğru giderken ortamı beğenip beğenmediğini soruyordum, aramızdaki muhabbeti koparmamak için.."Mekan süper" dedi.

Masaya ilk o oturdu, ardından ben de yerime oturdum, kafamı kaldırdım ve bu da ne?! İmkansız, böyle bir şey olamaz! Hayır! Bu "...duvarları dev aynalarla kaplı..." olan cafenin aynasında; masada tek başıma oturduğumu ve işin sonunda aylardır görmezden geldiğim, içime gömdüğüm diğer, aslında gerçek kişiliğimi gördüm..

Bu benim için bir zafer olmalıydı değil mi ? Tüm benliğine açıkça sahip olmak.. Öyle değilmiş işte.. Bunları tekrar hatırlamak ölümmüş meğersem benim için.. Bilinç, korkunç bir lanettir.  Düsünürsün, hissedersin, acı çekersin.. Güçlü bir kalbim vardı. Korkum yoktu. Ama aptal bir çocuk gibi davranıyordum bu olanlar karşısında..Eğer sevdiğimiz kişiler bizlerden çalınmışsa, onları uzun yaşatmanın yolu, onları sevmekten asla vazgeçmemektir. Binalar yanar, insanlar ölür ama gerçek sevgi ölümsüzdür. Tıpkı intikam ateşi gibi..

Yeniden dehşete kapılmamak için kendimi zor tutuyordum... Tuvalete gidip yüzümü yıkamalıydım. Tuvalet de, kafe de olduğu gibi aynalarla kaplıydı.. Elimdeki kitapla aynayı kırıp, cam  parçasıyla bileklerimi kesebilirdim ama yapmadım, bir şey, bir söz beni alıkoymuştu.. Neydi o söz gerçekten? Hangi olaydı? Geçen ay annemi görmeye gittiğimde bana yaklaşmamı işaret edip, kulağıma fısıldadığı şu kelimeler olamazdı herhalde değil  mi ? "Oğlum!kader,  seni nerede olsa arar bulur" Belki de,tekrar düşündüğün zaman, evet buydu kesinlikle..

Madem kader beni nerde olsam bulacak, o zaman, o şerefsizi de (her ne kadar babamda olsa!) bulsun diyerek aynadan uzaklaşmış, cafeyi  terketmiştim. Eve koşar adımlarla giderken,bu lanet herifin yaptıklarının intikamını alacağım günü düşünmeye başlamıştım... Hakikaten nasıl bir ölüm gidecekti bu şerefsize? İçim birden ürperdi, yakın geleceği düşünmeye  başladığımda..

---
2.Bölüme geçebilirsiniz :)

2 yorum:

Adsız dedi ki...

2.bölümü bekleyenlerdenim:)))

olizvel dedi ki...

Yakında paylaşacağım. :)